Bilinmeyen Savaş Hikâyeleri-1: “İyi ki Sultanahmet'i bombalatmamışım!”

Yakın tarih konusunda fazlasıyla meraksız gençlerimize ve balık hafızasına sahip kimi yaşlılarımıza soracak olursanız, sizlere yaklaşık 200 yıllık geçmişe sahip Türk-Amerikan ilişkilerinin ciddi biçimde hasar gördüğü ilk olayın, 4 Temmuz 2003'de Kuzey Irak'ta yaşanan, "Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesi skandalı" olduğunu söyleyeceklerdir.

Oysa, tarihsel gerçekler bambaşka… Son 60 yıl içinde Amerikalı "kadim dostlarımız"la en az üç kez çatışmanın eşiğine geldik ve bunlardan en trajik olanı ise ABD’nin 37’inci başkanı Richard Milhous Nixon'un, Beyaz Saray'daki Türk düşmanı danışmanlarının kışkırtmalarına uyarak Sultanahmet Camii'ni bombalatma kararından son anda dönüşüydü.

ALİ MURAT GÜVEN  / alimuratguven.turkey@gmail.com

Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihçesi, 1700’lerin sonlarına, Akdeniz’in ticarî önemi yüksek bir iç deniz olarak askerî ve ekonomik paylaşım savaşlarına kadar uzanır.

1795 yılında, Osmanlı Devleti'nin Kuzey Afrika eyaletlerini oluşturan Fas Sultanlığı, Cezayir, Tunus ve Trablusgarp, o dönemde Akdeniz’de sık sık karşı karşıya geldikleri ABD ticaret gemilerini Trablusgarp ve Cezayir'de iki kez yenmiş, dahası eyaletin gemileri Cezayir açıklarında ABD bayrağı taşıyan bir gemiyi de ele geçirmişti.

O dönemde henüz yeni yeni kendi ayakları üzerinde durmaya başlayan ABD’nin Akdeniz’de vazgeçemeyeceği kadar büyük ekonomik çıkarları bulunmaktaydı. Özellikle Batı Akdeniz’de sürüp giden bu bitmez tükenmez itiş kakışın sona ermesi için, 1796 yılında Osmanlı Devleti eyaletleri ve ABD arasında "Trablus Antlaşması" yapıldı; anlaşma sonucunda da ABD gemileri bölgedeki egemen güçlere seyrüsefer vergisi ödemeyi kabul etti. Fakat, yapılan anlaşma çok uzun ömürlü olmayacak ve 1801 yılında, Akdeniz’de dolaşmak için daha fazla vergi ödemek istemeyen ABD ile Osmanlı Devleti'nin Kuzey Afrika eyaletleri arasında yeniden karşılıklı savaş ilân edilecekti. “Birinci Berberî Savaşı” adı verilen bu savaş savaş yaklaşık 4 yıl sürdü.

Sonuçta, Washington yönetimi, 1801-1815 yılları arasına yayılan bu savaşlar dizisinde Berberîler karşısında bazı ticarî haklar elde etmeyi başardı. Dönemin ABD Başkanı Thomas Jefferson da bölgedeki olumlu gelişmeler üzerine Nisan-1802'de İzmir'e ilk Amerikan konsolosunu atayacaktı.

Osmanlı İmparatorluğu ve ABD arasındaki ilk doğrudan diplomatik ilişki ve tanıma eylemi ise 11 Şubat 1830’da Kaptan James Biddle, David Offley ve Charles Rhind’dan oluşan ABD’li bir müzakere ekibinin İstanbul’da Osmanlı Hariciye Nazırı’na güven mektubu sunmasıyla kuruldu. Biddle, Offley ve Rhind, Türk mevkîdaşlarıyla ABD ile Osmanlı Devleti arasında düzenli ve sorunsuz şekilde ticaret yapılabilecek bir güven ortamı kurulmasını müzakere etmiş, bunun sonucunda da iki ülke arasında kalıcı bir “Seyrüsefer Anlaşması” imzalanmıştı.

İki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin kurulmasının ardından, Türk topraklarında fiilî temsili sağlayacak olan ABD İstanbul Sefarethanesi ise 13 Eylül 1831’de David Porter’ın “maslahatgüzar” sıfatıyla Sultan II. Mahmud’a güven mektubu sunmasıyla kuruldu.

Ülkeler arasındaki kalıcı diplomatik temelleri atan bu gelişmelerin 30 yıl kadar sonrasında ise ilişkilere biraz daha insânî ve duygusal bir boyut kazandıran farklı bir işbirliği gerçekleşecekti. Bu da Beyaz Saray'ın 1861-1865 Kuzey-Güney İç Savaşı’nda güneyli ayrılıkçılara karşı lojistik faaliyetlerde kullanmak üzere Osmanlı yönetiminden deve sipariş etmesi ve toplam sayıları 100’ü aşan o "askerî taşıyıcılar"ın İstanbul yönetimi tarafından siyasî bir jest mahiyetinde bedelsiz olarak (ya da önemsiz bir bedel karşılığında) Yeni Dünya'ya gönderilmesiydi. Hattâ, ünlü "Camel" sigaralarının üzerindeki deve simgesinin de bu alışverişten doğduğu söylenir.

20. yüzyılın başında, ikili ilişkilerde ileriye doğru bir adım daha atıldı ve Amerikan Sefarethanesi 18 Haziran 1906’da Büyükelçilik mertebesine yükseltildi, Büyükelçi John G. A. Leishman da 5 Ekim 1906 tarihinde Sultan II. Abdülhamid’e güven mektubunu sundu.

Zaman içinde konjonktür değişip, adım adım güçsüzleşen Osmanlı Devleti, yerini tarih sahnesinde taze bir başlangıç yapmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti'ne bırakırken, İngiltere ve Fransa'nın yönettiği Eski Dünya'yı ilk etapta uzaktan izlemekle yetinen ABD de Birinci Dünya Savaşı’nın bitimi, süper güçler masasında kartların yeniden dağıtımıyla birlikte adım adım "âlemin yeni kabadayısı" konumuna erişecekti.

ABD'nin Osmanlı Devleti zamanında İstanbul-Beyoğlu'nda açtığı ilk Büyükelçilik binasının giriş kapısı ve kuşbakışı görünümü... Washington yönetimi bu Elçilik binasını 1927 yılına kadar kullandı. Daha sonra, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuyla birlikte söz konusu bina Başkonsolosluğa dönüştürüldü ve Elçilik de Ankara'ya taşındı.

Birinci Dünya Savaşı’nın ilk iki buçuk yılı boyunca tarafsız kalan ABD’nin 4 Nisan 1917 tarihinde Almanya’ya savaş ilân etmesinin ardından, o ülkeyle müttefik olan Osmanlı Devleti de 20 Nisan 1917’de ABD ile diplomatik ilişkilerini kesti.

Birinci büyük savaşın itilaf devletleri (İngiltere, Fransa ve Rusya) safında yer alan Beyaz Saray, 1923 yılında Anadolu'da bütün büyük hesapları bozarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni tanımakta ilk anda pek de öyle istekli görünmedi. Nitekim, ABD Kongresi'nin, hiç hesapta olmayan bu ülkeyle kurulacak diplomatik ilişkileri onaylaması, ta 1920’lerin sonlarını bulacaktı. Önce, 17 Şubat 1927’de, iki taraf arasında on yıldır kesik olan diplomatik ilişkiler yeniden tesis edildi, bunun iki yıl sonrasında da Türkiye’nin bağımsızlığı ve egemen bir devlet oluşuna yönelik resmî kabûl kararı iki kanatlı (Senato ve Temsilciler Meclisi) ABD Kongresi’nden geçti.

Türklerin harita üzerinde alınan bölünüp iyice ufalanarak yok edilemeyecek kadar inatçı bir millet olduğu anlaşılınca, Washington da zaman içinde Anadolu topraklarına yönelik bu mesafeli tutumundan vazgeçecek ve Ankara, süper güçlerin Yalta Konferansı’nda gerçekleştirdikleri yeni küresel nüfuz paylaşımıyla birlikte 1940'lı yılların sonlarından itibaren ABD'nin en gözde müttefiklerinden birine dönüşecekti. Bu yakınlaşmanın en önemli nedeni, hiç kuşkusuz ki Türkiye’nin sahip olduğu stratejik Sovyet Rusya sınırıydı. Batı’nın yeni düşmanı komünist SSCB’nin askerî, siyasal ve ekonomik faaliyetlerini takip edebilmek için Türkiye’den daha yakın bir coğrafî nokta yoktu.

1948-52 yılları arasında, İkinci Dünya Savaşı'ndan ekonomik zarar gören Avrupa ülkelerine ABD yönetimince dağıtılan ünlü "Marshall Yardımı"ndan -savaşa fiiilen katılmamamıza rağmen- payımıza düşen yaklaşık yarım milyar dolar da taraflar arasında yapılan bu "mantık evliliği"nin bir anlamda yüzüğü oldu. Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti iktidarının hüküm sürdüğü sonraki on yıl boyunca, iki ülke arasındaki ilişkiler herhangi bir ciddi pürüz yaşanmaksızın kendi rutininde ve giderek genişleyerek sürüp gitti. Ta ki Türkler girdikleri derin uykudan uyanıp, "omuzlarında civar coğrafyalara ilişkin tarihsel misyonlar taşıyan bir devlet olduklarını” yeniden hatırlayana ve Kıbrıs'ta katledilen soydaşlarına müdahaleye hazırlanana kadar...

Uysallaştırılamayan bir müttefik: Türkiye

Uzun yıllar güllük gülistanlık bir görünüm çizen Türk-Amerikan ilişkileri ilk ciddi darbesini, 27 Mayıs İhtilâli'nden sonra kurulan İnönü kabinesinin Kıbrıs'taki Rum terörü nedeniyle Ada'ya müdahale hazırlığı yapmasıyla aldı. Suikaste kurban giden John F. Kennedy'nin yerine bu göreve henüz atanmış olan yeni başkan Lyndon Johnson, 5 Haziran 1964'de Başbakan İnönü'ye gönderdiği -her türlü diplomatik nezaket sınırını aşan- o ünlü uyarı mektubunda, mealen, "Aklınızı başınıza alın" diyordu, "Osmanlı dönemi artık kapandı. Bu dünyanın yeni efendileri bizleriz. Beyaz Saray'a danışmadan, öyle kafanıza göre her istediğinizde oraya buraya saldıramazsınız. Siz Kıbrıs'a çıkarma yaptığınızda NATO içinde bir Türk-Yunan Savaşı çıkar ve örgütü krize sürüklersiniz. Ayrıca, şimdiden haber vereyim, bu müdahalenizden sonra SSCB de size saldırırsa hiçbirimiz yardıma gelmeyiz, ona göre!"

"Johnson Mektubu", Türk kamuoyunda büyük infiale yol açtı ve İnönü 13 Haziran'da mektuba, "Türk halkının, bu büyük müttefikinin sergilediği anlayışsız tutum karşısındaki derin hayâl kırıklığını" dile getiren bir cevap gönderdi. Başbakan, hemen ardından da 21 Haziran'da ABD'ye uçtu ve "büyük birader" ile Beyaz Saray'da bu konuyu bir kez de yüz yüze görüştü. Tarihteki uzun var oluş serüveni boyunca başkalarından fırça yemeye hiç alışık olmayan olan Türkiye, ABD'nin bu yöndeki yaklaşımından da hoşlanmamış ve hoşnutsuzluğunu açıkça dile getirmişti. ABD yönetimi Türkiye'de giderek yoğunlaşan anti-Amerikancı tepkiler karşısında üslûbunu belli ölçüde yumuşatırken, Ankara da olayı daha fazla kangren hâle getirmemek için Kıbrıs'a müdahale planından o anlık vazgeçmek zorunda kalıyordu.

Bu kez hem 'Kıbrıs', hem de 'afyon' sorunu...

Güçlükle yatıştırılan Türk-Amerikan ilişkilerinde ikinci büyük fırtına ise 1970'lerin başlarında koptu. Ocak-1969'da görev başlayan Başkan Richard Milhous Nixon'u, başta -artık iyice zıvanadan çıkmış durumdaki- Vietnam Savaşı olmak üzere bir sürü uluslararası sorun, yanı sıra da bir türlü tam anlamıyla hizaya getirilemeyen Türkler bekliyordu. Üstelik bu kez kriz bir değil, iki ayrı konu başlığına sahipti: Hem Türk ordusunun Kıbrıs'a müdahale olasılığı, hem de Türkiye'deki afyon ekimi...

ABD çok uzun bir süredir Türkiye'ye, ülkedeki bütün afyon tarlalarını yok etmesi için bunaltıcı bir baskı yapıyor, bunun karşılığında ise zarara uğrayacak olan Türk çiftçilerini sübvanse edeceğini söylüyordu. Ulusal ilaç endüstrisi için gerekli olan afyon hammaddesi ise geriye kalacak olan tek bir devlet çiftliğinde kontrollü olarak üretilecekti. Ki oradan elde edilecek yıllık rekoltenin de ulusal ilaç endüstrimizin tıbbî afyon ihtiyacına cevap verebilme şansı yoktu.

ABD'nin bu dayatmacı tavrı Türkiye'de kısa sürede hükûmet aleyhine bir iç politika malzemesine dönüştü. Muhalefet, iktidarı "Neyi ekip neye ekmeyeceğimize de Sam Amca mı karar verecek, nedir bu teslimiyetçiliğiniz?" sözleriyle köşeye sıkıştırırken, bu sırada binlerce kilometre ötedeki Beyaz Saray'ın oval ofisinde Türkiye’den zerre kadar haz etmeyen birkaç dış politika danışmanı da küresel sorunlardan iyice boğulmuş durumdaki Nixon'a akıllara zarar bir teklifte bulunuyorlardı:

"Sayın Başkan, bu Türkler artık gerçekten de sabrımızı taşırmaya başladılar. Şimdilerde onlara hiçbir konuda söz dinletemiyoruz. Akdeniz'deki jetlerimize emir verelim, uyarı mahiyetinde bir bombardımanla İstanbul'daki Mavi Cami'yi onların başına yıksınlar. Böylelikle, hem Kıbrıs'ta hem de haşhaş konusunda ne kadar ciddi olduğumuzu anlayacaklardır!"

"Çuval skandalı"ndan yaklaşık 33 yıl önce gündeme gelen bu "müthiş" teklif, bereket versin ki Nixon'u yalnızca tebessüm ettirdi ve kısa bir süre sonra henüz akılları başlarında olan diğer bazı danışmanların kararlı tutumu sonucunda seçenekler arasından çıkartıldı. Nitekim, Türkiye de verilecek olan sübvansiyonlar karşılığında, 29 Ekim 1971'de afyon ekimini yasakladı. Ancak, bu yasak 1974'e kadar sürecek ve Ankara yönetimi, Kıbrıs Barış Harekâtı'ndan sonra ABD'den gördüğü dışlama politikasına bir tepki olarak hem ülkedeki Amerikan tesislerine el koyacak, hem de afyon ekimini yeniden serbest bırakacaktı.

ABD ise bu "isyan"a 5 Şubat 1974-1 Ağustos 1978 tarihleri arasında Türkiye'ye katı bir silah ambargosu uygulayarak karşılık verdi. Bunu, Avrupa ülkelerinden gelen diğer ambargolar izledi.

Ancak, uygulanan ambargo silsilesi, böylesi bir dost kazığı karşısında hazırlıksız yakalanan Türk ordusunu ilk anda biraz sarsmakla birlikte, sonraki yıllarda bu yalnızlığın çok önemli yararları da görüldü ve hükûmetler benzeri durumlarda kendi ayakları üzerinde rahatça durabilmek için savunma teknolojilerinde giderek daha fazla oranda yerli üretime yöneldi. Sonuçta da ASELSAN, TUSAŞ ve nihayet Baykar Teknoloji gibi çok önemli kuruluşlar doğdu.

Bugün yeryüzünde parmakla gösterilen ulusal savunma endüstrilerinden birine sahip oluşumuzu o dönemde şer gibi görünen bir hayra, yani ABD ve Avrupa’nın ambargolarına borçlu olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kurt, kara kışı bir şekilde atlatmayı başarmış, fakat yediği ayazı hiçbir zaman unutmamıştı.

Ve sivil Nixon ilk kez Türkiye'de...

Amerikan siyaset çevrelerinde, "Başkanlar hiçbir zaman emekli olamazlar" şeklinde bir deyiş vardır. Eh, beyninde bu denli fazla sayıda devlet sırrını taşıyan birine sistem de emeklilik şansı tanımaz doğal olarak…

Nitekim, Nixon'a da başkanlığı bırakmak aslında oldukça yaradı ve istifası sonrasında giderek daha bilge bir kişiliğe dönüştü. Watergate Skandalı'nın yol açtığı saygı erozyonu ilerleyen yıllarda uluslararası kamuoyunun belleğinde yavaş yavaş tedavi edilirken, o da zamanla Amerikan siyaset sahnesindeki "bir bilen"ler arasına katılacak, katıldığı konferanslar ve yazdığı kitaplarla genç kuşakları devlet yönetiminin karmaşık yapısı hakkında aydınlatacaktı.

Diğer bir dizi yapıtının yanı sıra 1978 yılında kaleme aldığı "The Memoirs of Richard Nixon" (Richard Nixon'ın Anıları), bu alanda gerçekten de bir ders kitabı niteliğindeydi. Nixon, 1960 ve 70'ler boyunca ABD-Türkiye ilişkilerinde yaşanan çalkantılara da ilk kez burada yer verdi. Sâbık Başkan, o kitabında Kıbrıs ve haşhaş ekimi konularında âsi davranan Türklerin burnunu sürtmek için bir ara danışmanlarının gazına gelerek ünlü Mavi Cami'yi (Batılıların Sultanahmet'e mavi çinilerinden dolayı verdikleri yaygın isim) 6. Filo'dan havalanacak jetlerle bombalatmayı düşündüğünü, ancak sonradan bu dehşetengiz fikrin NATO'nun çökmesine kadar varacak uluslararası bir bunalımı başlatacağını fark ederek derhal vazgeçtiğini açık yüreklilikle itiraf eder.

Nixon, başkanlığı döneminde Türkiye'ye hiç gelmedi. Bu yüzden, Türkiye'ye ilişkin bütün bilgi ve algıları da doğal olarak teorik düzlemdeydi. Ancak, Watergate skandalı nedeniyle başkanlığı bırakıp siyaset sahnesinin önde gelen analistlerinden birine dönüştükten sonra sivil kimliğiyle ülkemize bir değil, ardarda iki kez geldi. Ki bunlardan özellikle 14 Eylül 1986'da gerçekleşen ilk ziyaret, dünya siyaset tarihine geçecek ölçüde mânidar anılarla doludur. Bir grup Amerikalı iş adamıyla birlikte gelen ve amacı daha ziyade danışmanlık yaptığı bazı holdingler için yeni iş olanakları araştırmak olan Nixon'a, dönemin Özal hükûmeti tarafından verilen siyasî randevuların yanı sıra ilginç bir de turistik gezi programı hazırlanmıştı.

Ve bu programın en hoş bölümü ise hiç kuşkusuz ki İstanbul'daki "Sultanahmet Camii ziyareti"ydi.

ABD'nin 37'nci devlet başkanı Richard Milhous Nixon, bir dönem bombalatarak yok etmenin eşiğine geldiği İstanbul-Sultanahmet Camii'nin önünde...

Nixon, Türkiye gezisinin üçüncü gününde İstanbul'da ve bu ünlü ibadethanedeydi. Cami görevlilerinin nezaketen yaptıkları "Ayakkabılarınızı çıkarmanıza gerek yok" uyarısına rağmen, o belli ki böyle bir mekâna girişin kuralları konusunda önceden bilgilendirilmişti. Ayakkabılarını çıkarıp korumalarına teslim etti, içeride uzun uzadıya dolaşıp caminin tarihçesi ve özellikle de dünyaca ünlü çinileri hakkında yetkililerden bilgi aldı.

Ziyaretin sonunda basın mensuplarına yaptığı birkaç cümlelik kısa açıklama ise Amerikan başkanlarının Beyaz Saray'da oturarak -tıpkı yakın geçmişin Irak, Suriye ve Afganistan işgallerinde olduğu gibi- yerel gerçekliklerini, iç dinamiklerini zerre kadar bilmedikleri uzak diyarları diledikleri gibi yönetme çabalarının ne denli boş ve anlamsız olduğunun tarihe kazınmış bir deklarasyonuydu âdetâ…

"Bugün burada muhteşem bir mimarî anıtı gezdim" demişti Nixon çıkışta, "Ve böyle bir eserin sonsuza dek burada, insanlığın nadide kültür miraslarından biri olarak yaşayacağını bilmek insanın içine huzur veriyor."

Ertesi gün Türkiye'deki bütün gazeteler eski başkanın bu ibretlik cami ziyaretine geniş yer ayırarak, onun bu olaydan 16 yıl kadar önceki saldırganca tutumuna atıfta bulundular.

Nixon, daha sonra 20 Mayıs 1987'de Türkiye'ye bir kez daha geldi. Artık Türkiye'nin -ABD liderlerinin Latin Amerika'da görmeye alıştıkları türden- bir "muz cumhuriyeti" olmadığına büyük ölçüde iknâ olmuş gibiydi; bu gezisinde de kendisine yine önemli iş adamları eşlik etti ve danışmanlığını yaptığı gruplar adına bazı bağlantılar gerçekleştirdi.

Başkanlığı döneminde hiçbir zaman arzu ettiği kitlesel saygınlığı yakalayamayan Nixon, istifa edip inzivâya çekildikten sonra ise medyanın ve genç kuşak siyasetçilerin görüşlerine giderek daha fazla başvurup değer verdiği "âkil" bir adama dönüşecekti.

ABD'nin 37'nci ve görevinden istifayla ayrılan yegâne cumhurbaşkanı Richard Milhous Nixon, 22 Nisan 1994 tarihinde geçirdiği bir felç sonucunda 81 yaşında hayata veda etti. Lâkin, Mimar Sinan'ın çıraklarından Sedefkâr Mehmet Ağa'nın 1617'de ibadete açılan görkemli eseri Sultanahmet Cami, adını verdiği ünlü meydanda hâlâ olanca ihtişamıyla yükselirken, tüm tarihleri 250 yıl ile sınırlı Amerikalı turistlere "köklü devletler ve gelenekleri" üzerine önemli ipuçları vermeyi sürdürüyor.

Yorum yapın