Bilinmeyen Savaş Hikâyeleri-3: İnsanlık tarihinin en onurlu kalpazanlık girişimi

Asteğmen Mehmed Muzaffer, İstanbul sokaklarında çaresizlik içinde dolaşırken aklına gelen sıra dışı bir fikir doğrultusunda, evrak-ı nakdiyelerin basımında kullanılan kâğıdın aynısından bir tabaka aramaya başladı. Aradığı özellikteki kâğıdı en sonunda Karaköy’deki bir kırtasiyecide bulan kahramanımız, yanında bir şişe çini mürekkebi ve bir de kalem alarak bütün gece mum ışığında çalışacak, gün ağarırken 100 Lira'lık banknotu "çizmeyi" başaracaktı.

Bu, resim becerisi olan biri için belki de öyle çok abartılacak bir başarı sayılmazdı. Fakat, olayın asıl ilginç yanı, Mehmed Muzaffer'in bu işi, elinde örnek alabileceği ikinci bir banknot daha bulunmaksızın, sadece ve sadece hafızasını zorlayarak, kimbilir en son ne zaman görebildiği bir Osmanlı "kaime"sini bire bir hatırlamaya çalışarak başarmasıydı. El çizimi para, ilk bakışta kesinlikle ayırt edilemeyecek kadar gerçeğine benziyordu.

ALİ MURAT GÜVEN  / alimuratguven.turkey@gmail.com

Şubat-1915 ile Ocak-1916 tarihleri arasında gerçekleşen Çanakkale Deniz, Hava ve Kara Savaşları’na, Osmanlı ordusuna karşı toplam 16 İngiliz, Avustralya, Yeni Zelanda, Hindistan ve Fransız tümeni katıldı. Bölgede 11 ay süren dehşetli çarpışmaların sonunda, İngiliz Uluslar Topluluğu’nun resmî zâyiat bilançosu (ölü, yaralı, kaybolanlar toplamı) 205 bin, Fransızlar’ın 47 bin, Osmanlı ordusunun zâyiatı ise 250 bin kişiydi.

Askerî tarihte Çanakkale savunması için sıklıkla “subay ve astsubayların savaşı” nitelemesi kullanılır. Bu niteleme hiç de isabetsiz değil. Çünkü Osmanlı Devleti’nin Çanakkale Savaşları sırasında cepheye gönderdiği rütbeli personelin genel askerî mevcuda oranı öylesine yüksekti ki, ancak savaş sonunda tam dökümü çıkarılabilen subay ve astsubay kayıpları, diğer cephelerde sürüp giden çarpışmalara komuta edecek üst düzey rütbeli personelin temininde sonradan çok büyük sıkıntılara yol açacaktı.

Kasım-1914’deki “Yavuz ve Midilli Zırhlıları olayı"nın ardından, Osmanlı Devleti ile İhtilaf Devletleri arasında uzun süredir beklenen savaş patlak vermiş ve İstanbul yönetimi, Almanlarla askerî ittifak gerçekleştirerek Birinci Dünya Savaşı’na katılmıştı.

İngiliz siyasî yetkilileri, gerçekte 1904-1911 yılları arasında Çanakkale Boğazı’nı ele geçirmeyi ve ardından da İstanbul’u işgal etmeyi hedefleyen bir çok plan yapmışlardı. Fakat, bu amaçla ortaya atılan bütün planlar, içerdikleri büyük riskler nedeniyle hem İngiliz Hava Kuvvetleri’nin, hem de Deniz Kuvvetleri’nin üst düzey komutanlarından yoğun biçimde tepki görünce rafa kaldırılmıştı.

Buna karşılık, uzun süredir raflarda bekletilen işgâl planları, Rus orduları başkomutanı Grandük Nikolay’ın başvurusu üzerine yeniden gündeme getirildi. İngiliz Hükûmeti, Kafkas cephesinde Osmanlılara karşı savaşan Rus birliklerinin üzerindeki baskıyı hafifletmek için, en sonunda Osmanlı Devleti’ne karşı ciddi bir gövde gösterisine girişmeyi kabul ediyordu (2 Ocak 1915).

İngiliz Hükûmeti’nden bu kararın çıkmasında en fazla etkili olan siyasetçiler arasında ise hayli tanıdık bir isim göze çarpmaktaydı. Dönemin deniz kuvvetleri bakanı, gelecekte ise ülkesinin başbakanlık koltuğuna oturacak olan Winston Churchill…

Churchill’in hararetle desteklediği birleşik deniz ve kara harekâtı için en uygun yer olarak da stratejik öneme sahip Çanakkale Boğazı seçilmişti.

Çanakkale, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren girdiği irili ufaklı her savaştan hezimetle ayrılan, sabrı, direnci ve kaynakları tükenmeye yüz tutmuş bir ulusun yok canıyla giriştiği son bir varlık mücadelesiydi.

‘Muafiyet Kanunu’na rağmen akın akın askere yazılan gençler

Londra’daki bu işgâl hesapları sürerken, İstanbul’da yaşayan gençler ise bambaşka bir hesabın içindeydiler: “Askere yazılabilme hesabı”

Osmanlı yönetimi, yükseköğrenimlerini sürdüren genç Osmanlılar’ı savaşın yıkıcı etkilerinden korumak ve onlara eğitimlerini tamamlayıp toplumsal alanda çok daha yararlı olabilecekleri mesleklere atılma imkânı tanıyabilmek için, 1909 ve 1914 yıllarında iki ayrı “Askerî Muafiyet Kanunu” çıkarmıştı. Bu kanunlar uyarınca, henüz öğrencilikleri süren ya da eğitim hayatlarını tamamlamış olup mesleklerine atılmaya hazırlanan yükseköğrenim görmüş İstanbullu gençler, ufukta belirlemeye başlayan Çanakkale Savaşı’na katılmaktan muaf tutulmaktaydı. Kanun'un kapsamı, daha sonradan yapılan eklerle daha da genişletilmiş ve askerlik çağındaki bütün İstanbullu gençleri içine alacak bir içerik kazanmıştı.

Günümüzün toplumsal anlayışı içinde belki bizlere inanılmaz bir tercih olarak görünebilir; ancak dönemin askerlik şubeleri kısa süre içinde ordu birliklerine “gönüllü” olarak katılmak istediklerini söyleyip bu muafiyeti aşmaya çalışan onbinlerce İstanbullu genç ile dolup taşmaya başlamıştı! Cepheye gitmek için şubelere başvuran gençler arasında, Londra, Paris, Berlin gibi Avrupa başkentlerinde sürdürdükleri üniversite eğitimlerini hiç tereddütsüz terk edip derhal İstanbul’a dönenler de oldukça büyük bir oranı teşkil etmekteydi. Bunların ezici bir çoğunluğunun yaşları ise 17 ilâ 22 arasındaydı.

Askerlikten muaf tutulmalarına rağmen ısrarla cepheye gitmek isteyen bu gençlerin başvurularından bunalan dönemin Millî Savunma Bakanlığı, sonunda bir “orta yol” bulmak zorunda kaldı. İsteyen yükseköğrenimli gençler askere alınacaklar, ancak bunların büyük bir bölümü mükemmel düzeyde yabancı dil bildiklerinden, kendilerinden cephede değil de karargâh hizmetlerinde yararlanılacaktı.

Devletin bulduğu bu orta yolcu çözüm, vatan savunması için şubeleri dolduran genç Osmanlıları yine de pek tatmin etmedi. Önceleri karargâh hizmetinde görevlendirilmek üzere askere yazılan ve üç aylık yedek subaylık eğitimi gören bu onurlu insanların bir bölümü, sonradan ne yapıp edip komutanlarının kendilerini Çanakkale’deki cephelere göndermelerini sağlayacaklardı.

Tıpkı, Galatasaray Liseli Mehmed Muzaffer Asteğmen gibi…

Çanakkale, küresel savaş tarihinde askerlerin yaş ortalamasının en düşük düzeylere indiği devletler arası nizâmî savaşlardan biri olarak kayıtlara geçmiştir.

‘Oğlum, ne yapıp edip bu malzemeyi getir!’

Gönüllü olarak askere yazılan İstanbullu Muzaffer, bütün arkadaşları gibi önce üç aylık temel yedek subay eğitiminden geçti. Ardından bir süre de merkezde görev yaptı ve en sonunda kalbinde yatan aslana kavuşarak cepheye, Çanakkale’ye gönderildi.

Lâkin, zâbit (subay) namzedi olarak Çanakkale’deki birliğine katıldığında, genç Muzaffer’in keyfi biraz kaçmıştı. Çünkü 11 aylık ümitsiz saldırılardan sonra bu işin altından kalkamayacaklarını anlayan İngiliz ve Fransızlar, 9 Ocak 1916 günü itibarıyla Çanakkale’deki bütün birliklerini geri çekmişlerdi. Muzaffer, büyük zaferin son evresinde, çok arzu etmesine karşılık aktif bir görev alamamış olmanın üzüntüsünü yaşıyordu. Ancak, Çanakkale’deki işgalcilere unutulmaz bir ders veren birliklerin büyük bir kısmının terhis edilmeksizin doğrudan Kafkas, Irak ve Filistin cephelerine nakledileceklerini öğrenince yeniden sevindi.

Vatan topraklarının bu kısmındaki savunma görevi hakkıyla başarılmıştı; Buna karşılık, dört bir taraftan akıl almaz bir kuşatma altında bulunan vatanın kurtarılmayı bekleyen daha bir sürü cephesi vardı ve o cephelerde de aylardır çarpışan birlikler, dirençlerinin son sınırına ulaşmış bir hâlde “takviye güç” beklemekteydi.

Çanakkale’deki bütün Osmanlı birlikleri, çok geçmeden İstanbul’dan “sevkiyata hazırlanma ve noksanlarını tamamlama” emri alarak çalışmalara başladı.

Asteğmen Muzaffer, bağlı bulunduğu birliğin alay karargâhında görev yapmaktaydı. Alay komutanı sonraki bir kaç gün içerisinde kendisini çağırdı ve “büyük görev”i ona açtı.

“Muzaffer Asteğmenim” demişti albayı sıkıntılı bir sesle, “Senin de bildiğin gibi, Almanların verdiği iki binek arabamız ve iki tane de Mercedes-Benz kamyonumuz var. Ama bunların hepsi lastiksiz… Ortadoğu’daki cephelere giderken bu araçları da beraberimizde götürmemiz hayatî önem taşıyor. Çünkü oradaki çöl ortamında motorlu araçlara büyük ihtiyaç var.”

“Biliyorum komutanım” diye cevap verdi Muzaffer...

“Oğlum, seni hemen İstanbul’a göndereceğim. Çünkü sen bir İstanbul çocuğusun, bu malzemelerin nereden ve ne şekilde alınacağını en iyi sen bilirsin. Savunma Bakanlığı’na hitaben resmî bir yazı yazacağız. Onu alıp Bakanlığa gideceksin ve derdimizi enine boyuna anlatacaksın. Onlardan bize lâzım olan parayı ne yapıp edip mutlaka kopart. Reddedilirsen ve buraya eli boş dönersen perişan oluruz. Sen de işin içindesin ve hâlimizi görüyorsun. O arabalar çalışmak zorunda…”

“Endişeye mahâl yoktur, kesinlikle eli boş dönmeyeceğim komutanım” dedi Muzaffer...

Ertesi günkü ilk vapurla İstanbul’a doğru yola çıkmıştı bile…

Orduya asteğmen adayı olarak girip yüzbaşı rütbesinde şehit olan Mehmed Muzaffer'in bilinen tek fotoğrafı...

‘Biz burada askere postal alamıyoruz. Sen ise…’

O yıllarda değil İstanbul’da, bütün Türkiye’de dahi motorlu araçların toplam sayısı 100’ü geçmemekteydi. Dolayısıyla, oldukça pahalı ve son derece de az sayıda olan bu araçların yedek parçalarına da öyle her köşe başında rastlamak mümkün değildi. Otomobil lastiği gibi “lüks” malzemeler yalnızca Karaköy semtindeki bazı gayrımüslim ithalatçılarda bulunabiliyordu.

Bu durumu iyi bilen Muzaffer, İstanbul’a vardığında, fiyat araştırması yapmak üzere önce Karaköy’deki dükkanları dolaştı. Saatler süren aramalardan sonra nihayet bir Yahudi tüccarda aradığı yedek parçalara rastlamıştı. Fiyatları öğrendiğinde ise tepeden tırnağa sarsıldı. Her şey çok pahalıydı ve alacaklarının toplam bedeli de 100 Osmanlı Lirası’nı bulmaktaydı.

“Yapacak bir şey yok” diye düşündü. Çünkü Karaköy’de aynı malın topu topu üç-beş satıcısı bulunuyordu ve bunlar da söz birliği etmişçesine hep aynı fiyatı talep ediyorlardı genç subaydan... Şimdi tek hedef, ordunun ihtiyaç listelerinden bunalmış olan Harbiye Nezareti’ni ne yapıp edip iknâ etmekti.

Muzaffer, günümüzde İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi olarak kullanılan Bakanlık binasından içeri girdi ve birliğinden aldığı resmî yazıyı tediye merciîne havale ettirdi. Genç subayı kısa bir beklemeden sonra yaşlı bir kaymakamın huzuruna aldılar.

Kaymakam, kâtibin kendisine uzattığı tezkereyi okudu. Karşısında hazırolda bekleyen subaya baktı. Daha ihtiyaç duyulan paranın miktarını bile sormadan, sert bir sesle, “Ne alınacak?” dedi. “Otomobil ve kamyon lastiği” cevabı verilince de bir an durdu. Ardından, Muzaffer’e dik dik bakarak şunları söyledi:

“Bana bak oğlum, ben askerin ayağına postal, sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen ise bana otomobil lastiğinden bahsediyorsun! Haydi yürü git, bu dediklerimi aynen komutanına ilet! İnsanı da günaha sokmayın, şu zor vakitte lastik almaya falan paramız yok bizim!”

Muzaffer hiç istifini bozmadan asker selamını çaktı ve odadan dışarı çıktı. Aslında ülkede yaşanan büyük ekonomik sıkıntılar karşısında buna benzer bir tepkiyle karşılaşacağını az buçuk tahmin ediyordu. Ama yine de içi ezilmişti.

Komutanının sözlerini düşündü. Ne demişti onu uğurlarken yaşlı ve yorgun subay, “Sen İstanbul çocuğusun; ne yapıp et ve bu malzemeyi getir. Başka hiç bir çıkış yolumuz yoktur oğlum!”

Bu sözleri kendi kendine tekrarlaya tekrarlaya Beyazıt Meydanı’na vardı. Canı müthiş sıkılıyor, göğüs kafesi yaşadığı üzüntüden dolayı âdetâ yüreğine dar geliyordu.

Bu hâlet-i ruhiye içindeyken, aniden yerine çivilendi kaldı. Aklına sıra dışı bir fikir gelmişti.

Osmanlı Devleti döneminde Millî Savunma Bakanlığı'na ev sahipliği yapan, günümüzde ise İstanbul Üniversitesi merkez yerleşkesi olan tarihî bina...

‘Malzemeyi sabaha dek hazırla!’

Öğleden sonra yeniden Karaköy’e indi ve lastikleri satan tüccarın dükkanına gitti. “İş oldu Moiz Efendi” diyerek ihtiyar Yahudi’ye gülümsedi, “Paranın tediye işi akşam üzeri tamamlanacak, ben de gidip Bakanlık'tan alacağım. Fakat, akşam ezanından sonra buraya gelip malları alamam. Çünkü, onları gece koyacak yerim yok. Çanakkale vapuru yarın öğleden önce kalkıyor; ona mutlaka yetişmem lâzım...”

“Dert değil paşam” diyerek gevrek gevrek güldü satıcı, “O zaman mallarını sabah ezanına hazır edeyim. O saatte gelir alır, sonra da vapura yükletirsin.”

“Hah işte” dedi Muzaffer, “Ben de senden tam bunu isteyecektim. Ezan vakti geleceğim, malı hazır et. Bu arada, haberin olsun, bakanlık altın ile ödeme yapmıyormuş. Bana kâğıt para verecekler, ben de sana onu getireceğim.”

Yahudi yine dert etmedi, “Tamam paşam” dedi, “Sen bana 100 Lira getir de, ister altın olsun ister kâğıt, hiç fark etmez.”

Muzaffer ertesi sabah Merkez Komutanlığı’ndan sağladığı at arabası ve erlerle beraber tüccarın kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Moiz, malları söz verdiği gibi hazır etmişti. Lastikler havagazı fenerinin solgun ışığında arabaya yüklendi. İş bitince Asteğmen Muzaffer dükkan sahibine dönüp ”Sağolasın efendi” dedi, “Buyur, al paranı.”

Ona gıcır gıcır bir “kaime” (100 Lira'lık kâğıt para) uzattı. Dükkan sahibi de bunu alıp çenesine sürdü, “Berhüdar olasın paşam, yolun açık olsun” diyerek onu yolcu etti.

Arkası lastiklerle yüklü, ön tarafında da Muzaffer’in oturduğu at arabası dört nala Sirkeci’ye doğru yol alıyordu.

Malzeme, süratle Çanakkale Vapuru’na aktarıldı.

Muzaffer, yükleme bittikten sonra vapura çıktı, müsait bir yere oturdu. Alnını kaplayan boncuk boncuk terleri sildikten sonra derin bir “oh” çekti ve bir sarma sigara yaktı.

Görev, öyle ya da böyle, başarılmıştı.

‘Bedeli Çanakkale’de ödenecektir’

Moiz Efendi, üç-dört gün sonra elindeki 100'lük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası’na gitti. Ancak kendisini orada acı bir sürpriz beklemekteydi. Parayı eline alan kasa görevlisi, “Beyim, bu para sahte!” deyince dünya tüccarın başına yıkıldı. Parayı derhal görevlinin elinden kaptı ve hışımla evirip çevirdi. Evet, gerçekten de bu sahte bir 100'lüktü ve tamamen el ile çizilmişti!

Muzaffer, İstanbul sokaklarında çaresizlik içinde kendini oradan oraya vururken aklına gelen sıra dışı bir fikir doğrultusunda, evrak-ı nakdiyelerin basımında kullanılan kâğıdın aynısından bir tabaka aramaya başlamış, aradığı özellikteki kâğıdı yine Karaköy’deki bir kırtasiyecide bulmuştu. Kâğıdın yanında bir şişe çini mürekkebi ve bir kalem alan kahramanımız, bütün bir gece mum ışığında çalışmış, günün ilk ışıkları doğarken de banknotu “çizmeyi” başarmıştı.

Bu, resim becerisi olan biri için belki de öyle çok abartılacak bir başarı sayılmazdı. Fakat, olayın asıl ilginç yanı, Muzaffer'in bu işi, elinde örnek alabileceği ikinci bir banknot daha bulunmaksızın, sadece ve sadece hafızasını zorlayarak, kimbilir en son ne zaman gördüğü bir Osmanlı kaimesini bire bir hatırlamaya çalışarak başarmasıydı.

El çizimi para, ilk bakışta kesinlikle ayırt edilemeyecek kadar gerçeğine benziyordu. Bankadaki uzmanlar sahte 100 Lira'yı yakından incelediklerinde, köşesinde yer alan mânidar ifadeyi güçlükle fark edebilmişlerdi.

Dönemin bütün kâğıt paralarının üzerinde Arap harfleriyle şöyle bir ibare yer alırdı:

“Bedeli dersaadette altın olarak tesviye olunacaktır.”

Oysa Muzaffer bir değişiklik yaparak, bu ibarenin bulunması gereken köşeye aynen şöyle yazmıştı:

“Bedeli Çanakkale’de altın olarak tesviye olunacaktır.”

Elbette ki Muzaffer’in burada kastettiği altın, Mehmetçiğin Çanakkale’de akıttığı, altından da değerli olan şehit kanlarıydı.

Efsanevî banknotun ön yüzü...

Gerçekte, o dönemde bu seriden tedavüle çıkan banknotların 100 Lira'lık olanı yoktu. İlgili banknot serisi, Rumî takvime göre 6 Ağustos 1332 tarihinde yayımlanan kanun doğrultusunda basılmıştı ve serinin en yüksek bedelli banknotu da 50 Lira'ydı. Moiz 50 Lira tutarında olanları daha önce ticaret esnasında görmüş, fakat 100 Lira'lık olanına ise hiç rastlamamıştı. Nitekim, banknotu alırken de büyük bir ihtimâlle "Yüksek savaş enflasyonu sebebiyle piyasaya sürülen yeni bir para daha işte" diye düşünmüş, Muzaffer'in uzattığını fazlaca kafayı takmadan cebine atmıştı.

Yine, pek muhtemeldir ki, Muzaffer de gece boyunca arkalı önlü iki ayrı 50 Lira'lık banknot çizebileceği ne zamana, ne kâğıda, ne de mürekkebe sahip olmadığından, böyle bir riski göze alarak, 50 Lira'ların tasarımını aslında piyasada bulunmayan hayalî bir 100 Lira'ya uyarlamak zorunda kalmıştı.

Öte yandan, Muzaffer tarafından “zorunluluklar nedeniyle” kandırılan tüccar bu olayı fazla büyütmedi ve -belki iyi niyetinden, belki de askerî makamlardan çekindiğinden- taklit parayı hatıra olarak saklamak üzere tekrar cebine koyup bankadan çıktı; sonraki günlerde de zararını unutmayı yeğledi. Ancak, yaşadığı ilginç serüveni yanına uğrayan tüccar arkadaşlarına sık sık anlatmasından dolayı, Muzaffer’in banknotunun şöhreti giderek önce Karaköy esnafı arasında, sonraki aylarda da bütün İstanbul’da dalga dalga yayılacaktı.

En nihayetinde, olay Saray’a, Şehzade Abdülhalim Efendi’nin kulağına kadar gitti. Hemen lâlâsını göndererek Karaköylü tüccarı bulduran Şehzade Efendi, bedelini altın olarak ödeyerek taklit 100 Lira'yı “devlet adına” satın aldı. Sonra da gerçek bir devlet büyüğüne yaraşan bir tavırla, onu sedef kakmalı, içi kadifeyle kaplı çok zarif bir mücevher kutusuna koyarak İstanbul Polis Mektebi’ndeki Emniyet Müzesi’ne armağan etti. Bu eşsiz kalpazanlık örneği, Osmanlı Devleti yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da yıllarca müzedeki şeref mevkiînde muhafaza olundu.

1970 yılında Ankara’ya taşınan Polis Okulu bir dizi atılım sonucu Polis Enstitüsü'ne dönüştürülünce, müze de oraya aktarılacaktı. Şehzade'nin armağanı olan değerli para muhafazası o dönemde yaşanan karmaşa yüzünden kayboldu; fakat Muzaffer’in göz nuru banknotu bir şekilde kaybolmaktan kurtulup orada da koruma altına alındı.

Sinâ Cephesi’nde şehâdet

Kamyon lastiklerini sağ salim Çanakkale’ye ulaştıran Muzaffer, ikmâl işlemlerinin tamamlanmasının ardından, birliğiyle Sinâ Cephesi’ne hareket etti. Burada Birinci ve İkinci Gazze Savaşları’na katılan vatansever subay, her iki çarpışmada da zafer sevincini tattı. Ancak, bu dönemde, İstanbul’daki okul arkadaşı Kasap Faik’e yazdığı bir mektuptan, onun İkinci Gazze Savaşı’nda kolundan yaralandığını ve bir süre hastanede tedavi gördükten sonra “kahramanlık madalyası”yla taltif edilerek, kendi isteğiyle yeniden cepheye gönderildiğini öğreniyoruz.

Bu mektupta “Artık teğmen oldum Faik” diyordu genç adam, “Lâkin, basit bir yaralanma vesilesiyle aldığım bu madalyayı içime sindiremiyorum. Cephede nice arkadaşım kollarını, bacaklarını kaybetti. Onların bu madalyayı almaları gayet tabiîdir, ama ben ise öyle kalıcı bir yara almadım. Bu sebeple, benim gibilere madalya verilmesini yersiz ve lüzûmsuz görmekteyim.”

Gazze cephesinde yüzbaşılığa kadar yükselen ve ünlü Kut'ül Ammâre Kuşatması'na katılan Muzaffer’in ömrünün son gününe ilişkin bilgileri ise Enver Paşa'nın amcası, 6. Ordu komutanı Halil (Kut) Paşa’nın hatıratından öğreniyoruz.

"9 Nisan 1916... İkinci Felahiye Muharebesi... Muharebe sırasında bir ara göğüs göğüse çarpışmaya girdik ve 18. Kolordu, 51. Tümen, 9. Alay Emir subayı İstanbullu Muzaffer o gün gırtlağından ağır şekilde yaralandı” diye yazıyor Halil Paşa:

“Genç komutan hayatının son dakikalarına geldiğini anlamıştı. Gırtlağındaki yara ses tellerini parçaladığından konuşamıyordu. Bunun üzerine sükûnet içinde cebinden bir mektup zarfı çıkardı ve üzerine ‘Kıble ne yöndedir?’ diye yazdı. Çok güzel bir el yazısı vardı. Yanında bulunan askerler yazıyı okuyunca, ona derhal Kıble yönünü gösterdiler. Kalbindeki şehâdeti diliyle söyleyemediğinden, kanıyla boyanan zarfın ortasına okunaklı bir şekilde kelime-i şehadeti yazdı. Altına da ekledi:

‘Bölük cihada devam etsin. Benim de kanım yerde kalmasın.’

Bir kaç dakika sonra teğmen Muzaffer şehadet makamına ulaşmıştı.”

Muzaffer’in olağanüstü hikâyesi burada noktalanıyor. Bu konudaki kayıtlara bakılırsa, son nefesini verirken kelime-i şehadetini yazdığı o kanlı zarf da komutanları tarafından özenle saklanıp, barış zamanında İstanbul’daki Askerî Müze’ye ulaştırılmış.

Çanakkale’den Sina Çölü’ne giden kamyonlara tekerlek alan sahte Osmanlı 100 Lirası ise halen Ankara-Gölbaşı’ndaki Kriminal Polis Laboratuvarı Müdürlüğü’nün Belge İnceleme Bölümü arşivlerinde saklanıyor. Laboratuvarın polisleri, özel bir odada ve çelik kasada sakladıkları bu tarihî belgeyi âdetâ gözleri gibi korumaktalar…

Öte yandan, Galatasaray Lisesi’nin İstanbul’daki binasında oluşturulan “Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı Şehitleri” köşesinde, bu okulun millî mücadele yıllarında verdiği şehitlerin adları arasında 948 numaralı Mehmed Muzaffer de şerefli yerini almış durumdadır.

İstanbul-Galatasaray Lisesi'ndeki "Millî Mücadelenin Şehit Galatasaraylıları" köşesi ve Mehmed Muzaffer'in o köşedeki listede yer alan adı... (Şehadet tarihi, doğru tarih olan 1916 yerine hatalı olarak 1917 yazılmış)

* * *

EKSTRA BİLGİ / Büyük ses getiren bir reklam filmine de konu olmuştu…

Öğrenenlerin tüylerini diken diken bu tarihsel olay, 1996 yılına kadar daha çok Çanakkale Savaşları’ndan anılara yer veren küçük tirajlı yerel dergilerin ve unutulmuş kitapların sayfalarına hapsolmuş bir durumdaydı. Olaya ilişkin en derli toplu bilgi ise 1950’li yılların ünlü gazetecilerinden Ziyad Ebuziya’nın anılarında yer alıyordu.

Muzaffer Asteğmen’in ibretlerle dolu, ancak aradan geçen uzun zamanda iyice küllenmiş olan hüzünlü hikâyesi, 1996 yılında gazeteci-yazar Ali Murat Güven tarafından haftalık haber dergisi Yörünge’de yıllar sonra ilk kez ayrıntılı olarak ülkemiz kamuoyuna aktarıldı. Güven’in 1996 yılının Ekim ayında yayımlanan bu dört sayfalık araştırma haberi ulusal medyada büyük yankı buldu ve pek çok gazete ile dergi haberden alıntılar yaptı.

Ardından, konu reklâm sektörünün de ilgisini çekti ve sahte 100 Lira'nın hikâyesi 1997 yılında motorlu araç lastikleri üreten büyük bir holdingin televizyon reklâm kampanyasına uyarlandı. İddialı bir prodüksiyonla 75 saniyelik bir reklâm filmine dönüştürülen hikâye, filmin televizyonda haftalarca yayımlanması sayesinde 80 yılı aşkın bir süre sonra yeniden Türkiye kamuoyuna mâledilmiş oluyordu.

Öte yandan, gayrımüslimlerin ağırlıkta olduğu bazı sivil toplum örgütleri, öyküdeki “fırsatçı Yahudi” karakterden hareketle, o dönemde bu sıra dışı olayın bir reklâm filmine dönüştürülmesine yoğun tepki göstererek, yayınlanan reklam üzerinden Türkiye kamuoyuna ülkedeki gayrımüslim azınlıklar hakkında ırkçı mesajlar verildiğini ileri sürdüler. Oysa, konuya ilişkin haberlerin de, sonradan çekilen reklam filminin de yaptığı şey, dönemsel bir durum tespitinden daha ötesi değildi. Çünkü, yeri geldiğinde, aynı dönemi ele alan resmî kaynakların, Çanakkale Savaşı’nda büyük yararlılıkları görülen kimi gayrımüslim vatandaşların kahramanlıklarına da geniş ölçekte yer verdiğini görmekteyiz.

Tarihimizin en kasvetli günlerinde yaşanan bu müstesnâ olay, dört bir taraftan düşmanlar tarafından kuşatılmış, ekonomik ve askerî açıdan takati kesilmiş bir ülkenin Müslimiyle gayrımüslimiyle o günlerden bugünlere nasıl ulaştığını gösteren bir ibret belgesi olma özelliğiyle, herhangi bir toplumsal kesimi kötülemekten ziyade, her ırktan ve inançtan insanıyla topyekün milletimizi yüceltiyor aslında…

Mehmed Muzaffer'in banknotu, günümüzde, Ankara-Gölbaşı’ndaki Kriminal Polis Laboratuvarı Müdürlüğü bünyesindeki Belge İnceleme Laboratuvarı'nda koruma altında tutuluyor. Gören herkesi duygulandıran benzersiz banknottan detaylar...

Yorum yapın